Küçük kentlerin insanları kendilerinin esiridir, hem esir olurlar, hem esir alırlar.
Sıkışık, tekdüze, hergünü birbirinin aynı, değişmeyen, vasat bir hayat sürerler.
Bu yaşam tarzı cehalet ile birleştiğinde ortaya kaba, kavgacı, küstah, her şeyi yapabileceğine inanan bir toplumsal yapı çıkarır.
Böylesi toplumlarda kendisine saygısı olan, hayatı olağan akışı içinde yaşayan, kimsenin hakkına girmeyen, kimse de hakkını çalmasın isteyen insanların tutunması her şeyden daha zor olandır.
Zorbalık hayatın her anında, her yerde, her şekilde karşılarına çıkabilir!
Bu zorbalık, bazen trafikte bir korna sesi ile başlar, bazen yolda yürürken neden yan baktın bahanesi ile bazen de karşısındaki insana gücünün yetebileceğine dair oluşan dünyanın en aşağılık duygusundan kaynaklı.
Küçük kentin zorba insanı, bir başkasına gücünü yettireceğine inandıysa yeryüzünün en tehlikeli canlısına dönüşür. O sadece kendisinde var olduğunu düşündüğü “onulmaz güç” sayesinde her şeyi kendisi çözmeye kalkışır ve bunu yaparken de hem ahlaktan hem vicdandan hem de adaletten uzaklaşır.
Bu toplumlarda böylesi insanları durdurabilecek tek bir güç vardır. O da devlet iradesidir.
Bütün beylik lafları, aşireti, ağası, adamları, parası, makamı, kıdemi, mevkisi tek bir güç karşısında ancak kabuğuna çekilir.
DEVLET!..
Uzun zaman oldu, sokaklarda eskisi kadar çok gezip, yürümüyorum. İnsan kalabalığından kaçmak, bir su kenarında oturup bir iki şey içmek, bir arkadaşımla bir dağ tepesinde sohbet etmek daha cazip geliyordu.
Hâlâ da geliyor ama şu gazeteciler birliği meselesi, kurulma aşaması, sonrası, ziyaretler derken farkında olmadan uzun zaman önce kaçtığım o sıkıcı kalabalığa yeniden karıştığımı üzülerek fark ettim. Kendimi bilirim, kafam esti mi her şeyi geride bırakır yeniden yalnızlığıma, bir dağın tepesinde yarım bırakılmış sohbetlerime, su kenarlarıma geri döner, kitaplarıma sığınırım ama gördüğüm korkunç manzara bana eski huzurumu getirir mi bilemem?
Bir kahvede otururken, bir cafeye giderken, yolda yürürken, trafikte ilerken, bir sohbete dahil olmak zorunda kalırken en çok dikkatimi çeken genci yaşlısı, zengini orta hallisi, fakiri…
Neredeyse her türden insanın ceket altında, ya da pantolon üstüne sarkıtılmış gömlek dibinde bir silahı var. Bu dehşet verici bir durum!
O silahla arabaya biniyorlar, cafeye geliyorlar, iş yerine gidiyorlar, yolda yürüyorlar, cenazeye katılıyorlar, düğünde çıkarıp ateş ediyorlar.
Bu kadar çok insanda bu kadar çok silah neden var?
Varsa neden gizleme ihtiyacı duymuyorlar? Hepsi ruhsatlı mı? Ruhsatlı ise bu insanlara neden ruhsat veriliyor? Nasıl oluyor da şehrin göbeğinde bu kadar rahat silah temin edebiliyor ve böylesine pervasızca taşımaya cesaret ediyorlar?
Bu bir kültürel yoksunluk mu? Her geçen gün biraz daha artan şiddete eğilimin yansıması mı? Kendini koruma dürtüsü mü? bilemiyorum ancak güvende değiliz!
Paranoya yaptığımı düşünenler olabilir ama GÜVENDE DEĞİLİZ!
Buradan Sayın Emniyet müdürümüze seslenmek istiyorum. Lütfen sokaklarda daha çok gezin, özellikle kahvehaneleri daha çok denetleyin. İnsanları “biri her an belinden silahı çekip beni vurabilir!” endişesinden kurtarın.
Ben başıma bir şey gelmezse en fazla evime çekilir, “kötüydü insanlar, kitaplara sığındım.” derim. Yıllardır olduğu gibi…
Ama sokaklarda korkmadan ve özgürce dolaşmak hepimizin hakkı ve biraz da sizin elinizde…
ÇANGA