BELKİ DE HEPİMİZ BİR ROMANIN İÇİNDEYİZ

 

Haziranın serin bir akşamında, ahşap taştan bağ evinin verandasında oturuyorum. Gündüzden kalma bir gerginliğim var. Biraz da boynumun ağrısı buna sebep. Bu doktorlar ne işe yarıyor? Dedim ya gerginim. Hıncımı birilerinden çıkarmam lazım. Bu gece doktorlara saracaktım ama harika bir gece olacağı aklıma geldi ve her şeyi unutuverdim birden.

 

Hava, yazın ortasına yakışmayacak kadar serin; üşüyorum ama dışarıda olmanın büyüsü ve gökyüzünün berraklığı nefes kesecek kadar güzel. Ocağın başına geçip ateşi yakıyorum. Kurumuş ağaç dallarının çıtırtıları yükselirken, alevlerin dansı içimi de bedenimi de ısıtıyor. Misafirlerimi bekliyorum, sohbetin koyu olacağını biliyorum. Yemekler hazır, ocakta demlenmiş çay kokusu havaya karışıyor.

 

Derken, uzaktan bir at arabasının tekerlek sesleri duyuluyor. Gecenin en kıymetli misafiri, Dostoyevski, yanında Raskolnikov ile yamacımda beliriyor.

 

Saygıyla karşılıyorum. “Üşüdüysen, ateşin başına buyur,” diyorum. Dostoyevski, o derin bakışlarıyla gülümsüyor: “Yol uzun sürdü, gelirken kanyak içtim, bilirsin, sıcak tutar.” Başköşeye yerleşiyor. Raskolnikov, sessizce bir köşeye kıvrılıyor; saygısı, suskunluğunda saklı. Bu çocuğa bayılıyorum. Ona dönüp bir oğlum olursa adını Raskolnikov koyacağım, diyorum. Gülüyor. Muş buna hazır değil.

 

Az sonra başka bir at arabası. Bu kez Tolstoy, yanında Şakıro ile geliyor. Hepimiz, Tolstoy’a gösterdiğimiz hürmeti Şakıro’ya da sunuyoruz; onun varlığı, sanki bir destanın parçası.

 

Haydi buyrun…

 

Yemek masasına geçiyoruz. Sofrada, edebiyatın ve hayatın en derin meseleleri dönüyor. Kendimi ilk defa bu denli cahil hissediyorum. Konuşmaktan çok dinlemeyi tercih ediyorum. Masadaki en vasıfsız kişi benim çünkü. Hem ben ne anlatacağım ki onlar varken?

 

Dostoyevski, Suç ve Ceza’nın yankı uyandıracağından emin. Raskolnikov’un gözlerinde gururlu bir pırıltı yakalıyorum. Tolstoy, ona dönüp, “İnsanlar yüzyıllar sonra bile seni konuşacak,” diyor. “Bir katil olmana rağmen seni çok sevecekler.”

 

Raskolnikov, hafif bir tebessümle karşılık veriyor: “Ana Karenina da en az benim kadar ünlü olacak. İnsanlar ona âşık olacak. Belki de edebiyat tarihine birlikte kazınacağız.”

 

Lafın burasında dayanamayıp araya giriyorum: “Keşke Ana Karenina ile Raskolnikov bir kitapta bir araya gelseydi. Âşık olsalardı. Mümkün değil mi bu?” Tolstoy ve Dostoyevski, bir an birbirlerinin gözlerine bakıyor. Sanki o an, edebiyatın sınırlarını zorlamışım gibi. 

 

Yemekler yeniyor, çaylar yudumlanıyor, sohbet koyulaşıyor. Yok gizlediğimizden değil, canımız bu akşam rakı içmek istemiyor.

 

Derken, Şakıro’ya dönüyorum: “Haydi baba, bize bir parça söyle, o muhteşem sesinden nimetlenelim.” Şakıro, çayından bir yudum alıyor, elini kulağına götürüyor ve o eşsiz tenor sesiyle Xezal’ı söylemeye başlıyor.

 

“Hew zalimê gilî û gazin û loman ji min neke,Min sond xwarî; sed xençerê li min xin,Ez ê ranabim ji kêlekê lo ji teniştê…

 

Bê Xezal hayêêêêêê!”

 

Ses, bağ evinin taş duvarlarında yankılanıp, ateşin çıtırtıları arasında ruhumuza karışıyor…

Tolstoy, büyülenmiş gibi, “Bu nasıl bir ses!” diyor. Dostoyevski ise Şakıro’ya dönüp, “Seninle aynı dönemde yaşasaydım, seni mutlaka yazardım,” diyor.

Gecenin serinliği, ateşin sıcaklığı, edebiyatın ağırlığı ve Şakıro’nun muhteşem, ancak anlayabilenleri büyüleyen, insan ruhunu yeniden bir keşfe çıkarabilecek harika sesi… Hepsi, bu taş bağ evinde ruhumuzla birlikte birleşiyor. Sanki zaman durmuş, geçmişle bugün iç içe geçmiş. Raskolnikov’un sessiz gururu, Tolstoy’un bile hayranlık dolu derin bakışları, Dostoyevski’nin tevazusu ve Şakıro’nun ruhu titreten sesi. Çocukken bu adam ne söylüyor, diyerek alay ettiğimizi düşündüğümüz o eşsiz ses, büyüyünce bize ne kadar cahil olduğumuzu bu gecenin serin rüzgarıyla birlikte suratımıza çarpıyor adeta.

 

Bu gece, edebiyatın ve dengbejliğin bir masalı.

 

O an, düşünüyorum: Belki de hepimiz, bir romanın içindeyiz. Belki de bu bağ evi, kalemden dökülen satırların hayallerle buluştuğu büyülü bir mekân.

 

Kim bilir, belki bir gün Ana Karenina ile Raskolnikov gerçekten bir hikâyede buluşur. Belki ben oğlumun adını Raskolnikov koyar, Şakıro, Tolstoy ve Dostoyevski ile bir akşam yemeğinde bir araya gelirim.

 

Şakıro, o hikâyenin şarkısını söylerken siz bu yazının sonunda benim delirdiğimi düşünürsünüz…

 

ÇANGA