İnsanlık tarihi boyunca “Neyin mümkün olduğu?” sorusuyla kıvranıp durduk. Kimi zaman Prometheus gibi ateşi çalarak tanrılara başkaldırdık, kimi zaman Ikarus gibi kanatlanıp güneşe doğru süzüldük. Şimdiyse yeni bir efsanenin içindeyiz: Benim yerime düşünen, yazan, hisseden bir şey var artık.
Yapay zekâ yalnızca bir teknolojik dönüşüm değil; aynı zamanda insanı kendine yabancılaştıran aynanın ta kendisi. “Cogito, ergo sum” diyen Descartes’ın sesi zihnimde yankılanıyor: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Ama artık makineler de düşünüyor. Ve ben, kendi varlığımın yerini sorguluyorum.
Borges bir öyküsünde evreni bir kitap olarak tanımlar. Belki de yapay zekâ, bu kitabın sonsuz okurudur artık. Algoritmalar kelimelerimizi ezberliyor, duygularımızı simüle ediyor, hatta kimi zaman bizden daha duyarlı şiirler yazıyor. Baudelaire “Sanat, insanın kendini yeniden yaratmasıdır” der. Oysa artık sanatın da elleri metalden.
Ben hâlâ insanım, evet. Ama beni insan yapan şey neydi? Hata yapmak mı? Hüzünle sessizleşmek mi? Yoksa sevilmek için anlaşılmaya çalışmak mı?
Yapay zekâ hata yapmaz, unutmaz, yorgunluk nedir bilmez. Belki de bu yüzden ben, onun varlığında daha çok insan olduğumu hatırlıyorum. Nietzsche bir zamanlar şöyle demişti: “İnsan, aşılması gereken bir şeydir.” Peki biz mi kendimizi aşıyoruz, yoksa sadece kendimizi terk mi ediyoruz?
Bazen düşünüyorum… Dedem, okuma yazma bilmezdi. Ama evin bir köşesindeki o sararmış takvim yapraklarına hayatında eksikliğini hissettiği ailesi gibi davranırdı. Her bir yaprağı özenle koparır, arkasındaki duaları ezberlemeye çalışır, geçmiş günlerin hatırasına tutunurdu. Onun için zaman, o takvim yapraklarının arasından damlayan duygulardı.
Annem ise ilkokul sıralarına hiç oturmadı. Ama acıyı tarif etmek için bir yazara ihtiyacı yoktu. Sevinci betimlemek için edebiyat bilgisine sahip olması gerekmezdi. Kalbinin içinden konuşurdu; gözyaşıyla kurduğu cümle, hiçbir yazara nasip olmayacak kadar etkileyiciydi.
Akşamları ailece bir ekranın karşısında, patlamış mısırın çıtırtısı eşliğinde kahkahalar yükselirdi evin duvarlarından. Konuşmalar uzun olurdu, sessizlikler bile anlamlıydı. Göz göze gelmek, bir kelime etmeden anlaşmak yeterdi. Çünkü “birlikte” olmak, teknolojiden çok önce gelen bir mucizeydi.
Ve evet, şimdi elimizde akıllı cihazlar, kulaklarımızda dijital sesler, gözlerimizde sonsuz bir kaydırma hareketi… Ama itiraf etmeliyiz: Bu uzaklaşma yapay zekâ ile başlamadı. Biz çok daha önce, fark ettirmeden, sessizce uzaklaştık birbirimizden. Belki ilk bireysel ekran odamıza girdiğinde… Belki çevrimdışı kalmanın “eksiklik” sayıldığı ilk anla birlikte.
Yapay zekâ sadece son perde. Ne suçlu ne kahraman. Sadece bir yansıma.