“İnsanlar üzerinde egemenlik kuran kişi, önce kendi benliği üzerinde egemenlik kurmalıdır.”
— Platon
İdareci olmak, çoğu zaman bir makamı işgal etmekle karıştırılır. Oysa idarecilik, yalnızca bir koltukta oturmak değil; o koltuğun ağırlığını ruhunda taşımaktır. Ne var ki bu yük çoğu zaman taşınmaz, yalnızca sürüklenir.
Modern çağın idarecisi, sıkça sorumluluk değil yetki peşindedir. Sözde düzen kurar ama özde düzenin üstüne oturur. Halk için olduğunu iddia eder, fakat halktan giderek uzaklaşır. Çünkü gerçek idarecilik, emretmekten çok dinlemeyi; yönlendirmekten çok anlamayı gerektirir. Ve bu erdemler, tabelalara yazılamaz, törenlerde alkışlanmaz.
Bir toplumun gidişatını, yöneticisinden çok idarecisinin aynaya bakışı belirler. Aynada kendini değil, ardında kalanları görebilen idareci; işte ancak o zaman “idare etmek” fiilinin gerçek anlamını yerine getirir.
Ama soru hâlâ ortada: Biz yöneticiler mi yetiştiriyoruz, yoksa sadece koltuklara şekil mi veriyoruz?
Bir sabah daha, gözlerimi açtığım köydeki öğretmen lojmanının soğuk duvarlarına bakarak başlıyorum güne. Henüz çayın buharı tüterken, okulun kapısından içeri giren ben değilim artık. Sessizce içeri süzülen şey, bir kimliğin değil, bir direnişin gölgesi. Çünkü öğretmenliğimin yanında, kimsenin açıkça dillendirmediği ama hepimizin hissettiği bir başka yükü daha taşıyorum: mobbing.
İdareci olmak nedir, diye sorduğumuzda, ne yazık ki çoğu zaman karşımıza çıkan şey; koltuk, protokol, yetki ve tahakküm. Oysa gerçek idarecilik, yalnızca otoriteyle değil; adaletle, erdemle, vicdanla yoğrulmuş bir duruş gerektirir. Bunu en sade biçimde, Konfüçyüs şöyle özetler:
“Kendine hakim olamayan bir insan, başkalarını yönetemez.”
Ama ya kendine bile söz geçiremeyen, küçük menfaatleri uğruna büyük insanlıkları çiğneyenler? Onlar da idareci mi?
Hayır. Onlar sadece makam sahibi.
Çünkü bir idareci olmak, sadece okulun ziline karar vermek değildir. O zille birlikte, bir öğretmenin onuruna, bir memurun emeğine, bir öğrencinin geleceğine dokunduğunun da farkında olmaktır.
Bugün kurumlarda yaşanan mobbingin büyük bölümü, bu farkındalık eksikliğinden doğuyor. Bir yönetici, bir çalışanına sırf eleştirdi diye görev yerini değiştiriyorsa; sadece kendini koruyan ama başkalarını harcayan kararlar alıyorsa, o artık bir yöneticiden çok bir korku makinesine dönüşmüştür. Albert Camus’ün şu cümlesi bu durumu tam kalbinden yakalar:
“İnsanı en çok yıkan şey, adaletsizlik değil; adaletsizliğin meşru gösterilme çabasıdır.”
Peki ne yapmalı? Mobbing gördüğümüzde nereye başvurmalı? İşte burada en büyük eksiklik başlıyor: Bilgi. Çoğumuz nereye, nasıl başvuracağımızı bilmiyoruz. Çünkü mobbing, sadece fiziksel değil, kurumsal bir körlükle de besleniyor.
O yüzden “idareci olmak” sorusunu bir de Nazım Hikmet’in sözleriyle düşünelim:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…”
İdareci, bu ormanın yangınına su taşıyandır. Benzin döken değil.
İdareci, susturmak için değil, duyurmak için konuşandır.
İdareci, bakmakla kalmaz; görür. Duymakla kalmaz; anlar.
Ve eğer bir kurumda çalışanların çoğu, yöneticisinden korkuyorsa; orada düzen değil, sindirme vardır. Oysa idare dediğin şey, “idare etmek” değil; birlikte yürümektir. Omuz vermek, yol açmaktır.
Unutmayalım ki tarihte adı kalıcı olanlar, koltukta oturanlar değil; vicdanla yönetenler olmuştur.
Son Söz:
Bugün bir köy okulunda, görünmeyen bir baskıya karşı direniyorum. Aynı baskıyı bir arkadaşım özel sektörde, bir başkası hastanede yaşıyor. Bu yazı sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrıdır:
Adaletin sesi olalım.
Mobbing karşısında sessiz kalmayalım.
Ve her şeyden önce, “idareci” kelimesinin içini yeniden dolduralım.
“Zulme rıza, zulümdür.” — Hz. Ali
Ali Osman Akış