Sınırlar, insanlık tarihinin en eski ve en kırılgan icatlarından biridir. Her çizgi, yalnızca bir coğrafyayı değil; bir kimliği, bir korkuyu, bir geçmişi ve çoğu zaman bir önyargıyı sembolize eder.
Bugün Avrupa'da yükselen yeni dalga göçmen karşıtlığı, sadece güncel bir politik tartışma değil; tarihin tekrar eden bir yankısıdır. Ve bu yankıyı anlayabilmek için göçlerin tarihsel sürekliliğini ve medeniyet üzerindeki etkisini yeniden hatırlamamız gerekir.
Göç, insanoğlunun varoluşuna eşlik eden kadim bir harekettir. Göç eden yalnızca beden değildir; bir kültür, bir dil, bir travma ve bir umut da taşınır her adımda. Neolitik çağda tarım devrimini tetikleyen ilk yerleşimler, göçmen kabilelerin izleriyle şekillenmiştir.
Ortaçağ boyunca Avrupa'nın demografik haritasını değiştiren Viking akınları, yalnızca talan değil; aynı zamanda kültürel etkileşim, teknoloji ve ticaretin yeniden dağılımı anlamına gelmiştir.
Tarihin bu göç dalgaları çoğu zaman büyük sancılarla yaşanmıştır. 1492'de İspanya'dan sürülen Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınması yalnızca bir insanlık dramı değil; aynı zamanda İstanbul’un, İzmir’in, Selanik’in entelektüel çehresini dönüştüren bir yenilenmeydi. 1923 Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, bin yıllık komşulukların bir gecede ötekileştirildiği; duyguların, inançların, mezar taşlarının bile göçe zorlandığı bir kırılmaydı. Ve bugün, Meriç Nehri kıyısında sırtında çocuğuyla bekleyen bir annenin hikâyesi, geçmişin tüm acılarını bir kez daha gün yüzüne çıkarıyor.
Bu yaz, Türkiye-Yunanistan sınırında artan mülteci hareketliliği, bir kez daha “insanlık nedir?” sorusunu gündeme taşıyor. Yunanistan’ın tampon bölgelerinde yaşanan sert müdahaleler, sadece güvenlik politikaları değil; bir empati krizi, bir hafıza yitimi olarak da okunmalı. Çünkü göçmenleri “yük” olarak görmek, aslında tarihi inkâr etmek anlamına gelir. Tarih boyunca medeniyetler, göçlerle gelişmiş, sınırlarını göçlerle yeniden tanımlamıştır.
Roma İmparatorluğu’nun son dönemleri, barbar olarak tanımlanan kavimlerin kitlesel hareketleriyle şekillenmiştir. Ama bu göçler, sadece bir yıkım değil; Roma'nın kendini dönüştürme biçimiydi. Aynı şekilde Anadolu, Perslerden Araplara, Moğollardan Kürtlere, Ermenilerden Türk boylarına dek göçün doğurduğu bir kültürel sentez coğrafyasıdır. Her halk, geldiği yerin izini taşırken, gittiği yeri de dönüştürmüştür.
Bugün Avrupa’da yükselen göç karşıtlığı, aslında bir kimlik bunalımının sonucudur. Ekonomik daralma, sosyal refahın azalması ve aidiyet kaygısı, "öteki"yi suçlama kolaycılığıyla birleşince göçmenler, tüm sorunların günah keçisine dönüşüyor. Oysa tarih gösteriyor ki; göç eden insanlar çoğu zaman geçmişteki baskıların, savaşların ve yıkımların kurbanlarıdır. Bir kapıyı çalan göçmen, çoğu zaman savaşın getirdiği yangından kaçan bir insandır.
Bu noktada medeniyetin ölçüsü, kaç kişilik orduya sahip olduğunuz değil; kaç kişiye umut olduğunuzla ölçülür. Göçle gelen insanları sadece sayılarla değil; hikâyeleriyle, umutlarıyla, acılarıyla değerlendirmek gerekir. Çünkü bir toplumun gerçek gücü, sınırlarını ne kadar koruduğuyla değil, kalbini ne kadar açtığıyla anlaşılır.
Sonuç olarak, tarih bize şunu hatırlatır: Göçler, insanlığın yeniden doğumudur. Her göç dalgası, toplumların vicdanını, değerlerini ve inşa ettiği medeniyet fikrini sınar. 2025 yazında yaşadığımız bu sınama, aslında hepimize ait bir tarihsel sınavdır. Sınırları haritalar çizer, ama insanlığı kalpler çizer. Ve kalbin sınırlarını yalnızca vicdan belirler.